21 Aralık 2010 Salı

Gercek olamayacak kadar guzel

Cok mu supheciyim acaba?
Amerikalilar basta olmak uzere dunya capinda bir cok milyarderin servetlerinin en az %50sini hayatlari suresince veya oldukten sonra hayir organizasyonlarina bagislamaya soz verdigini, bir cogunun bunu yapmaya basladigini duymus muydunuz?
Bu akimin onderligini Warren Buffett ve Bill Gates yapiyorlar. Amerika'da bir cok milyarderi ikna etmisler zaten, simdi Cin'de ve Hindistan'da yasayan zenginlerle gorusuyorlarmis.
Merak edenler icin bu akimin adi 'the giving pledge' , web sitesi www.givingpledge.org ; zenginler paralarini bagislama yeminlerini oraya koymuslar bile!
Vay be demekten baska bir sey gelmiyor elimden, sizce de gercek olamayacak kadar guzel bir akim degil mi?

9 Aralık 2010 Perşembe

Parfum kullanimi acilen yasaklansin

BBC yine yapmış yapacağını - human instinct (insan içgüdüsü) adlı nefis bir belgesel seyretmekteyim.
İnsanların eş seçimini neye göre yaptıklarıyla ilgili bölüm çok şaşırtıcı, ama ben sizle sadece beni en etkileyen kısmı paylaşacağım.
Teori şöyle: hem erkekler hem de kadınlar eş seçerken en güzel ve sağlıklı bebeği dünyaya getirebilecekleri kişiyi arıyorlar. Bunun için de çok güçlü bir içgüdüyle donatılmışlar. Bağışıklık sistemi kendilerininkine en benzemeyen kişiyi seçmeye çalışıyorlar. Böylece bebek anneden ve babadan farklı zırhlar kuşanmış olarak çıkıyor, mümkün olan en yüksek sayıda ve çeşitte hastalığa karşı korunaklı doğuyor.
Peki kimin bağışıklık sisteminin bize en az benzediğini nasıl anlıyoruz? KOKLAYARAK.
Yapılan testte bağışıklık sistemindeki altı özellik belirlenmiş olan altı kadına iki gün boyunca aynı t-shirt giydiriliyor. Adamımız sadece t-shirtleri koklayarak kendisine eş seçmeye çalışıyor, tercihleri şöyle sıralanıyor:
1. tercih - 6da 0, ortak hiç bağışıklık özelliği yok
2. 6da 0 uyum
3. 6da 1 uyum
4. 6da 4 uyum
5. 6da 5 uyum
6. 6da 4 uyum
Neredeyse mükemmel!
Bir an önce parfüm kullanımı yasaklansın, herkes banyo yapmayı bıraksın - doğal kokulara özgürlük, her şey sağlıklı gelecek nesiller için.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Baş döndüren teknoloji!

Herkesin dilinde aynı terane: teknoloji müthiş hızla ilerliyor, insanoğlunun tarih boyunca yaptıklarına paralel büyüklükte gelişmeler geçtiğimiz 20-30 seneye sığdı vs. vs.
Gerçekten öyle mi?
Sizce yazının bulunması mı daha önemli bir gelişmeydi yoksa internet mi?
Telefonun icadı mı hayatları daha çok değiştirdi yoksa cep telefonu mu?
Ateşin bulunması? Tekerleğin icadı?

Bir de yukarıdaki tartışma yapılırken göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek: insanın algılarıyla ilgili hesaplar genelde geometrik (logaritmik) olmalıdır. Örneğin kulak logaritmik çalışır – ses düzeyi her iki katına çıktığında kulağımızın algılaması aynı düzeyde artar. Mesela 200 şiddetteki bir ses ile 100 şiddetteki ses arasındaki fark, 800 ile 400 arasındaki fark kadardır – kulak aritmetik değil, geometrik çalışır, bu yüzden ses şiddeti desibel denen ve iki büyüklük arasındaki farka değil orana bakan birimle ifade edilir.
Deprem algılamasında da durum aynıdır: 5 şiddetindeki bir deprem 4 şiddetindekinin 10 katıdır. 7 şiddetindeki depremin büyüklüğü 5 şiddetindekinin 100 katıdır; ama insan için 6 ile 5 arasındaki fark 5 ile 4 arasındaki farkın aynısıdır.

Dolayısıyla 1800 senesinde teknolojik ilerlemişlik düzeyimiz 10 birim ise ve 1900’de 100 birim olmuşsa zaten 2000’de 1000 birim olması gerekir ki aynı süratle ilerlediğimizi hissedelim.

Ben insanoğlunun tarihte geçirdiği değişimlere bakınca, önemli keşiflerin/icatların ortaya çıktıkları anda yaşantıları nasıl kökten değiştirdiklerini görünce, internetin, cep telefonunun ve teknolojide son yıllarda yaşanan diğer bütün gelişmelerin yolculuğumuzun normal birer adımı olduğunu düşünüyorum – bence hızlanmadık, belki yavaşlamışızdır bile.
Artık ‘geleceğe dönüş’ün gerçek olma vakti geldi – ışınlanalım!

24 Ekim 2010 Pazar

İnsan evladı üzerine

Artık tanıdıklarım benle dalga geçiyor ama gözlemimi tekrarlıyorum – bilim ve yazın dünyası çözümü atalarımızı incelemekte buldu. Neyi niçin yapıyoruz sorularının cevapları için hep tarih öncesine gidiliyor, avcı-toplayıcı atalarımızın hayatlarına bakılıyor. Kadının sosyal hayattaki yerinden nasıl beslenmemiz gerektiğine kadar her şeyin cevabı taş devrinde. Sebep de açık: kültürel, sosyal ve teknolojik gerçekler ne kadar hızlı değişse de bizim belli bir özelliği genlerimize işletmemiz ve bir evrim sürecini tamamlamamız 50000 yıl civarı bir süreyi gerektiriyor. Yani süpersonik 2010 senesinde hala milattan onbinlerce yıl önceki fiziksel özelliklerimizle hayatta kalmaktayız. Korkularımızın, hırslarımızın, davranışlarımızın sebepleri atalarımızda ve 50000 sene öncesinin şartlarında gizli.
Kazanma hırsı da o dönemlerde insanın yaşayakalması için çok gerekli olduğundan günümüze dek gelmiş bir özelliğimiz. Bir futbol müsabakasının nasıl hayat memat meselesi haline geldiğini anlamak istediğimizde bir insan topluluğunun bizon sürüsüyle olan mücadelesinde kaybetmenin gerçekten ölmek demek olduğunu kavramalı, beynimizin hala o golü yersek öleceğimizi sandığını görmeliyiz.
İnsanın net üstün tür olarak galip geldiği hayat mücadelesinde ona en çok yardımcı olan özellikleri şöyle sıralanıyor:
• Adaptasyon: İnsanoğlu her şeye alışabilen karaktersiz bir yaratık aslında. Ormanda yiyeceğin azaldığı dönemde yaptığı araziye çıkma seçimi sonrasında da ortama hemen uyum sağlamış, birden toplayıcılıktan avcılığa geçebilmiş, etobur bir hayvan haline gelmiştir. Hala bu özelliğimiz çok yardımcı oluyor bize – ‘öldürmeyen büyütür’ ilkesi geçerli, en kötü durumlar bile ölmeyip alışmaya çalıştığınızda sizi geliştiriyor.
• Alet kullanımı: Biz ne en hızlıyız, ne en atik, ne de en güçlü; ancak bu özelliklere sahip hayvanlara karşı net üstünlüğü silah kullanarak ele geçirmişiz. Özellikle beden / beyin büyüklüğü oranındaki avantajımız el becerisiyle birleşince herhangi bir hayvanı yenebilecek aletler (tabii öncelikle silahlar) geliştirmiş ve kullanmışız. Burada ‘homo erectus’, yani iki ayak üstünde hareket eden atamızın kaydettiği aşama çok önemli – eller yürümek için kullanılmadığından hassasiyetlerini kaybetmiyorlar, çok daha ince işler için değerlendirilmek üzere boşta kalıyorlar.
• Rekabet: İnsan bebeği annesiyle rekabet ederek başlıyor işe – ana karnında bebeğiniz yiyecek için savaşıyor, anne kan basıncını düşürüp bebeği dünyaya yollamaya hazırlandığında bebek karşı çıkıyor (yeri rahat köftehorun ne de olsa), bu aşamada yüksek tansiyon anne için tehlikeli boyutlara dahi ulaşabiliyor. Sonra küçük kardeş ve büyük kardeş değişik stratejilerle ilgi için çekişiyorlar – küçük ağlıyor, büyük efendi takılıyor, ‘anne seni çok seviyorum’ gibi laflarla ‘beni seç, beni seç’ demiş oluyor. Sonrası açık zaten – spor müsabakaları, para hırsı, kadınlar için çekişmeler, sokak kavgaları. Yarışmak için yaratılmışız vesselam, bu da pinekleyip ‘aman canım üç günlük dünya, keyfine bak’ havasında takılan diğer hayvanları afiyetle yememizi ve hayatta kalan tür olmamızı sağlıyor. Çok çok önemli bir başka detay: insanoğlu kimle rekabet edeceğini iyi seçiyor, kazanamayacaği mücadelelere girmiyor, enerjisini doğru yere harcıyor.
• Dayanışma: İşte insanoğlu ve çelişkiler yumağı – birbirimizle yarışmaya bayılıyoruz, ama ortak tehdit algıladığımızda bir araya gelip onu alt etmek için tek yumruk oluyoruz. Türdaşımız tehlikedeyse yardıma koşuyoruz, birlikte hareket edebiliyoruz. Tabii tehdit yoksa bu ulvi özelliğimiz pek göze çarpmıyor. Bu sebeple Amerika hep bir korku toplumu – ortak düşman lazım, yoksa nasıl bir arada tutacaksın 300 milyon insanı.
• Uzun çocukluk / taklit yeteneği: Yine homo erectus sahnede – klasik hikaye, ayağa kalkıyoruz, kadının rahim ağzı daralıyor, doğan bebek aciz ve bakıma muhtaç çünkü oradan geçebilmek için küçücükken dünyaya gelmek zorunda. Onun kendi kendine yetebilmesi için uzun yıllar gerekli – yürüyemiyor, avlanamıyor ve bunları bir süre daha yapamayacak. Annesiyle ve bazen de babasıyla olacak. Çok iyi bir taklitçi, bu dönemi değerlendiriyor. Hayata hazır hale geldiğinde geçmiş nesillerin genlere işlememiş öğretilerini de almış durumda, diğer türlere karşı çok avantajlı. Millet bu yüzden kıçını yırtıyor ailede alınan eğitimin önemi konusunda – ana okulu da bir aylıkken başlayacak herhalde yakında.

Eminim başka detaylar var türümüzü bu günlere getiren avantajlarımızla ilgili – hadi onları da siz söyleyin….

17 Ekim 2010 Pazar

DENGELERDEKİ MUTLULUK

Mutluluğuuçlarda arama çocuğum, pek oralarda bulunmaz kendisi. Denge durumlarında, sürekli ve yavaş gelişimdedir coğunlukla.
Yemekten zevk almak için tekrar acıkmayı bekleyeceksin, bütün gün yiyemezsin. Televizyon seyretmek iyidir de fena aptallaştırır abartırsan. Spor yap tabii, ama kıçını yırtarcasına değil; hele günlerce durup sonra vücuduna yüklenmeyi aklından bile geçirme.
Çalışmak güzeldir, dinlenmeyi de bilirsen. Yorulmadan dinlenmeyi de tavsiye etmem, büyük Atatürk'ün söyledikleri kulağına küpe olsun: 'Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybederler.'
Uykuna dikkat et, az uyuduysan borcunu öde, ama sabahın güzelliklerini de kaçırma. Çok sev, ama aşkınla boğma. İnsanlar olsun etrafında, sosyal bir hayvan olduğunu unutma, ama yalnızlığının da keyfini çıkar - üretmek için yalnızlığa ihtiyacın olacaktır, boşa harcama tek başına olduğun zamanları.
Teknolojiyi kullan, ama unutma ki kendisi çok iyi bir köle, çok kötü bir efendidir - aynı para gibi.
Öğren, sahip olmanın nasıl bir ilüzyon olduğunu:
'Hiç bir şey için benimdir deme
Sadece de ki yanımdadır.
Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili
Ne hüzün, ne keder
Ne de yaşam
Daima seninle kalmaz'

13 Eylül 2010 Pazartesi

NAFİLE ÜSTÜNLÜKLER

Son zamanlarda okuduğum birbiriyle tamamen alakasız görünen araştırma sonuçları arasında ciddi bir benzerlik gördüm, ilahlar bana bir mesaj veriyormuş gibi hissettim, burada paylaşayım bakalım bana katılacak mısınız:
• Princeton Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre 75000 dolara kadar senelik gelir seviyelerinde kazanılan para arttıkça insanlar kendilerini daha mutlu hissediyorlar. Burası bence normal, anormal görünen ama bir çok kez duyduğumuz için alıştığımız nokta: bu seviyeden sonra gelir ne kadar artarsa artsın mutluluk seviyesi artmıyor.
• Okuduğum ‘aşk ilişkileri’ adlı kitapta diyor ki: testosteron seviyesi normalin altında olan erkeklerin homoseksüel olma ihtimali bu hormonun miktarı azaldıkça artıyor. Ancak normal seviyenin üstündeki testosteron ‘erkeklik’ konusunda hiçbir işe yaramıyor, testosteron seviyesiyle cinsel performans / istek arasında bir korelasyon bulunmuyor.
• Bir gazetede okuduğum bir habere göre 115’e kadar IQ seviyelerinde IQ arttıkça iş hayatında başarı olasılığı da artıyor. Ancak bu noktadan sonra IQ ile iş başarısı ihtimali arasında bir alaka bulunmuyor – IQ’nuz 150 olmuş veya 120, fark etmiyor.
Acaba ilahlar belli bir noktayı yakaladıktan sonra daha fazla kasmanın nafile çaba olduğunu mu söylemeye çalışıyorlar?

29 Ağustos 2010 Pazar

SLEUTH - BİR KAYBET-KAYBET HİKAYESİ

Bugün başrollerini Jude Law ve Michael Caine'in oynadığı (zaten filmde iki oyuncu var görülen, bir de başrol oyuncusu kadın var sadece Ferrarisi'ni görebildiğimiz) 2007 yapımı Sleuth adlı filmi seyrettim.
Film yaşlı ve zengin bir koca ile genç bir sevgilinin bir kadın için giriştikleri düelloyu anlatıyor. Orjinal versiyon 1972'de çekilmiş ve oyuncular Laurence Olivier ile Michael Caine'miş - Caine ilk versiyonda genç sevgiliyi, ikincisinde zengin kocayı canlandırıyor.
Bence özellikle kadınlar seyretmeli - hem erkeklerin kendileri için nasıl maymun durumuna düşebileceğini görüp keyiflenmek için, hem de zeka şovlarıyla başlayan kadını elde etme oyunlarının nasıl ölümcül hırslara dönüşebileceğini idrak edip korkmak, cinsel cazibelerini kullanırken iki kere düşünmeyi öğrenmek için.
Filmi tabii ki anlatmayacak, sadece izlemenizi tavsiye etmekle yetineceğim, ama bence oluşan durum aşk üçgenindekilerden hiç birinin istediğini elde edemediği bir kaybet - kaybet örneği. Demek ki iş hayatında dilimize pelesenk ettiğimiz kazan -kazan senaryolarının tersi de mümkün olabiliyormuş.

8 Ağustos 2010 Pazar

ARABALARIN ŞAHI VOSVOS


Tarihe damgasını vurmuş arabalarla ilgili biraz bilgi edinmek ve yazmak uzun süredir aklımdaydı. Nereden başlayacağımı da çok iyi biliyordum: tabii ki Vosvos!
Volkswagen Beetle modelinin üretimi 1938’de Almanya’da başlıyor ve 1974’e kadar bu ülkede devam ediyor, sonra buradaki fabrikalarda yerini başka bir efsane olan Golf’e bırakıyor. 1974’ten sonra Brezilya ve Meksika’daki bantlardan yollara inen Vosvoslar’ın sonuncusu 2003’te üretiliyor. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yollara çıkan bu aracın siparişini ise Adolf Hitler seneler önce, 1933’te veriyor. Tasarım Ferdinand Porsche’ye ait – ama atlanmaması gereken bir detay var: seri üretime Porsche’nin yaptığı tasarımla olduğu gibi geçilmiyor, son rötuşları Hitler bizzat kendisi yapıyor!
Aracın spekleri bir ‘halk arabası’na yakışır biçimde (Volkswagen’in Türkçesi ‘halk arabası’, ileri seviyedeki Almancamla güzel bir çeviri yapayım dedim): içine iki yetişkin üç çocuk sığabilsin (daha sonraları çıkan bir vosvosa 4 fil nasıl sığar sorusu Hitler’in umurunda değil), 100 km/s hız yapsın, basit ve ucuz olsun. Herhalde o sıralar bu minik böceğin 21,529,464 adet gibi inanılmaz bir üretim rakamına ulaşacağı ve dünyanın en çok satan modeli olacağı kimsenin aklında yok.
Aracın motoru su değil, hava soğutmalı. Kışın en çetin günlerinde bile motor suyunun donma ihtimali yok, Vosvos motorunun karakteristik sesinde bu özelliğin etkisi var sanırım. Bu basit ama sağlam makine aracın arkasında yer alıyor, ön tarafta stepnenin de bulunduğu bagaj var. Tasarımdaki ilginçlikler bunlarla kalmıyor – arabanın ön kapılarının yanında arkaya kadar uzanan birer ‘basamak’ bulunuyor. Halam 1974 model kaplumbağasında bunları benim için koydurduğunu söylerdi çocukluğumda, ben de inanırdım saf saf.
Logo üstüste konmuş yuvarlak içinde bir V ve bir W harflerinden oluşuyor. Aynı figürün suya dalan iki balinanın kuyruklarından da oluşabildiğini keşfeden reklamcılar 1990lı yıllarda böyle bir fotoğrafın altına sloganı yapıştırıyorlar: ‘you see what you want – görmek istediğini görürsün’.
Türkiye’de bu araç bizden biri oluyor seneler boyunca; hala hayranları ve koleksiyoncuları var, böcek, kaplumbağa, vosvos, tosbağa hep onun isimleri.
Bu arada tasarımın ne kadar özgün olduğu dikkatlice bakınca iyi anlaşılıyor; ilk Porschelerin iskelet haliyle bir Vosvosun şasisini karşılaştırınca görüyorsunuz ki ikisi neredeyse aynı. Sonra ufak değişimlerle Porsche günümüzdeki vahşi görünümüne kavuşuyor, Vosvos ise aynı formla tam 70 sene üretiliyor.
Vosvos’un klasik oluşuyla ilgili bir sorun var: 1960’lardan bir tane alıp bakımını yapıp çok havam olur diye sokaklara çıkamıyorsunuz – etrafta hala o kadar çok var ki pek bir özelliğiniz olmuyor. Şimdi bol sıfırlı fiyat etiketlerini kabul edip aldığımız yüksek kalite arabalarımız sizce 50-60 sene sonra ortalıkta olacaklar mı?
Nedense Vosvos’un macerasını inceledikçe bizim Devrim’in (1961’de Türk mühendisler tarafından tasarlanan, hiçbir ithal malzeme kullanılmadan prototipleri 130 günde hazırlanan, ancak Cumhurbaşkanı ile deneme sürüşüne çıkıldığında benzin olmaması gibi komik bir sebeple yolda kalan ve bu yüzden seri üretime geçmemesine karar verilen araba, ilgili filmi seyretmenizi şiddetle tavsiye ederim) başına gelenler beni daha da hüzünlendiriyor. Bizim devlet başkanımız da aynı Almanlarınki gibi emri vermiş, araç Vosvos gibi 5 senede değil 130 günde tasarlanmış, resimlere bakılırsa gayet de güzel bir otomobil, belki de bugünkü Kore’nin Hyundai’si gibi bir markamız olması için çok güzel bir ilk adım. Bu aracın seri üretime geçmemesinde bir bizans oyunu olmadığına inanmak benim dimağımı zorluyor netekim!

20 Temmuz 2010 Salı

Kaz Daglari'nda bir gezgin

Annemle ciktigim Ege Keyfi baslikli seyahatimizin dorduncu gunundeyiz. Korkmayin, her seyi anlatmayacagim, sadece tavsiye edeceklerim asagida:
Bayrakli Baba: Gelibolu'da bir yatır. 15. yy'da Osmanlı Ordusu'nda bayraktar olarak görev yapan ve asıl adı Karacabey olan şehidimizin kabri. Efsaneye göre bayrağı düşmana teslim etmemek için parçalayıp yemiş. Vasiyet olarak ziyaretçilerinin vatan bayrağını mezarına asmalarını istemiş, ben hiç bu kadar Türk bayrağını bir arada görmemiştim.
Çetmihan Otel / Yeşilyurt Köyü: Küçükkuyu'ya gelmeden hemen önce. Çok güzel bir köy, hem bakımlı, hem de doğal dokusu korunmuş. Çetmihan Otel leziz yemekleri, ilgili çalışanları (yaklaşık bir misafire bir çalışan düşüyor) ve muhteşem manzarası ile gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim bir yer. Otelin sahiplerinden Sibel hanım aynı zamanda aşçı, Giritliymiş öğrendiğim kadarıyla, yediğim hiç bir şey için 'fena değil' demedim, hepsi çok özel ve lezzetliydi. Ege'nin otları üstat ellerde ziyafete dönüşmüşlerdi. Buradan bir anekdot: sahilde 3 yaşındaki Deniz annemin göbeğini elledi ve soruyu yapıştırdı: 'burada çocuk var mı?'
Cunda Adası / Sahil Restaurant: Öncelikle yeni felsefemi açıklıyorum - herkesin yaptığını herkesin yaptığı zamanda yapma. Bugün denize insanlar gelmeden önce girdik, Şeytan Sofrası'nda (mutlaka görmelisiniz, muhteşem manzara) kahvemizi kalabalık başlamadan içtik, Cunda'da balığımızı da herkesin tercih ettiği akşam yemeğinde değil güneş tam tepedeyken deniz kenarındaki gölgenin esintisinde öğlen yemeğinde yedik. Tesadüfen gittiğimiz Sahil Restaurant nefis deniz börülcesi, levreği, kalamarı, hizmeti, ve hepsinden ilginci tatlı olarak ikram edilen vişne reçelli lor peyniri ile benden tam not aldı. Ayvalık güzel yer vesselam.

11 Temmuz 2010 Pazar

Tebrikler Hollanda


Bu yazıyı Hollanda-Brezilya 2010 Dünya Kupası çeyrek final karşılaşmasından sonra hazırlamıştım.
Yarı final oynandı, ben yine Amsterdam'daydım, Hollanda Uruguay'ı da geçti.
Dün final oynandı, kendi kapasitelerinin çok altında bir futbolla, ama yine de kupanın en iyisi olarak, İspanya şampiyon oldu.
Ben yazıyı ancak şimdi yayınlayabiliyorum, bloguma daha çok ilgi göstermeliyim sanırım...


Midget kardeşimin, yani bu işin üstadının, affına sığınarak ilk futbol yazımı yazıyorum.
Kankalarla Amsterdam gezimizin ikinci gününde Hollanda formalarımızı giyip şehrin en kalabalık bölgelerinde Hollanda – Brezilya dünya kupası çeyrek final karşılaşmasını seyredecek yer aradık. Stadyumu andıran bir mekan bulduk, coşkulu kalabalık Hollanda’nın galibiyeti için tek yürek olmuştu (inşallah bir gün biz de kendi milli takımımızın dünya kupası başarısı için maç seyrederiz, elalemin galibiyetiyle avunmayız).
Brezilya üstünlüğünde geçen ilk yarının ardından umutsuzduk, ancak direnen bir Hollanda, kırmızı karttan sonra on kişi kalıp iyice dağılan Brezilya’yı saf dışı bırakmayı bildi : 2-1.
İlginç enstantaneler maçtan sonra başladı. Brezilya taraftarları sokakta efendi gibi eğleniyordu!!! Hem yenilip hem eğlenmelerine mi şaşırsak yoksa rakiplerinin ülkesinde gönüllerince formalarını giyerek takımlarını desteklemelerine mi bilemedik. Gerçi kazansalardı bunu yapmalarına izin verilir miydi pek emin değiliz. Bende Sneijder forması vardı, yani maçın adamının, gollerin sahibinin numarasını gururla taşıdım. Maçtan sonra sokakta tebrikleri kabul ettim.
Geçen sene Barcelona’nın şampiyonlar ligi kupasını aldığı maçı da Barcelona’da seyretmiş, eğlencelerde yerimi almıştım.
Velhasıl benim bulunduğum yerin takımı yenilmez, başarıdan başarıya koşar – umarım Fenerbahçeli arkadaşlar da bir gün bu gerçeği fark eder, şampiyonluk maçı filan oynarlarsa beni de davet etmeyi unutmazlar.

10 Haziran 2010 Perşembe

NUFUS ARTIŞ SORUNU KENDİ KENDİNE ÇÖZÜLMÜŞ!

Senelerdir dünyanın en büyük sorunu olarak nüfus artışını görürdüm, ancak çeşitli kaynaklarda ve son olarak da ‘The Next One Hundred Years – Önümüzdeki Yüz Yıl’ isimli George Friedman kitabında okuduklarıma göre bu sorun kendi kendine çözülmüş. Kimse düşünmüyor şimdi Erman kendine dünyanın en büyük sorunu olarak neyi bulacak? Saldıray’ın sorunu da benzerdi: ‘hayatım, tatile çıkmışsın, hiç düşünmüyorsun Saldıray kimle sevişecek…’
Sululuğu bırakayım da detayları vereyim: Seneler önce gördüm ki dünyanın nüfusu 20. yüzyıl başlarında 1 milyar iken yaklaşık 100 sene içerisinde 7 katına çıkmış, 2000 senesine geldiğimizde 7 milyar civarına ulaşmıştı. Muhteşem matematik kafamla basit bir hesap yaptım, aynı hızda artış öngörülürse 2100 senesinde nüfus 50 milyara yaklaşacaktı – bu dünyanın kaldırabileceği insan sayısının çok üzerindeydi (Greenpeace’e göre dünyanın ideal nüfusu 2 milyar civarında olmalıydı. Bu arada dayım 8 çocuk yapmış, katkısını esirgememişti – dehşet içindeydim). O zamandan beri bir çok zavallı arkadaşım benim müthiş sorularımdan birine maruz kalmış, dünyanın en büyük sorunu nedir diye kafa patlatmış, ‘nüfus artışı’ diye cevaplamadıysa benden niye yanıldığıyla ilgili nutuklar dinlemişti.
Hesap o kadar basit değilmiş.
Dünyadaki kadın nüfusu (henüz erkekler doğuramıyor) göz önüne alındığında insan sayısının sabit kalması için kadın başına ortalama 2.1 bebek yapılması gerekiyor. 1970 senesinde bu sayı kadın başına 4.5miş, 2000 senesinde ise 2.7!!! 2050 senesinde 1.6 ile 2.05 arasına düşmesi bekleniyor – yani 300 senedir devam eden nüfus patlamasının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Avrupa ve Japonya gibi bölgelerde nüfus azalmaya başladı bile, ancak yukarıdaki rakamlar dünya ortalaması.
Velhasıl kabul etmeliyim – bizim başbakanın kafası benden çok çalışıyor. En son derin hesaplar yapıyordu, her aile 3 çocuk mu yapmalı yoksa 4 mü diye. Belinize kuvvet yiğitler, bakalım analar neler doğuracak….

8 Haziran 2010 Salı

Zaman Cimrisi

Hastalığımın adını buldum: zaman cimrisiyim ben.
Zaman fakiri değil, zaman cimrisi – hani çok zengin insanlar vardır da yaşamlarına baktığında mali sorunları olduğunu düşünürsün, hiç harcamazlar, ben de öyleyim. Yeterince vaktim var, sadece harcamayı sevmiyorum.
Hastalığımı itiraf ettim diye tedavi arıyorum sanmayın, henüz bu illetten kurtulmak istediğime emin değilim.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Anne evladına kıyabilir mi?

Mine Kırıkkanat'ın Destina adlı kitabını okuyorum.
Çok ilginç bir saptama var: Konstantinus Augusto Roma İmparatorluğu'nun zirve noktasında tacı elinde bulunduruyor. Oğlu Sezar Krispus'u öldürtüyor, çünkü onu bir tehdit unsuru olarak görüyor. Bu olaydan sonra imparatorluk kan kaybetmeye başlıyor. 1220 yıl sonra aynı coğrafyada daha tanıdık bir isim, Kanuni Sultan Süleyman da benzer sebeple Şehzade Mustafa'yı öldürtüyor, Osmanlı İmparatorluğu da sonraki dönemde etkinliğini gitgide yitiriyor.
Olay aklıma tamamen alakasız bir soru getirdi: tarihte çocuklarının canına kıyan babalar görülmüş, bazı cinayetlerin arkasında da üvey anneler varmış - Şehzade Sultan olayında olduğu gibi. Peki kendi öz evladının canına kıyan anne de olabiliyor mu? Yoksa anne kendi içinden çıkan bir canlının ölümüne hiç bir zaman ve hiç bir amaçla göz yumamıyor mu? Oğlunu kanun namına ihbar eden babalar biliyorum da, anne her zaman ve her şartta kuzusunu korumaya mı çalışıyor? Cevabı bilmiyorum, örnek verebilecek varsa bekliyorum....

28 Nisan 2010 Çarşamba

BÖYLE ADAMDAN KORKACAKSIN

Bitmemiş bir liste , devamı için katkılarınızı bekliyorum...
  • Kafası karışık olmayan adamdan korkacaksın - düşünen bir insanın kafasının karışık olmaması çok zor. İnsanoğluna ait olup da doğruluğu veya yanlışlığı kesinlikle kanıtlanmış hiç bir olgu yoktur, her kanıdın temelinde bazı varsayımlar bulunur. Düşünen adamın kafası karışır, düşünen adam kesin yargılardan uzaklaşır.
  • Kaybedecek hiç bir şeyi olmayan adamdan korkacaksın - insanoğlu kararlarını alırken kaybedeceklerini hesaplayarak hareket eder. Çileye dönmüş evliliğini devam ettirir çevredekilerin sevgisini kaybetmemek için, kendisine ölüm gibi gelen işinden ayrılmaz güvenliği kaybetmemek adına. Ne zaman ki anlar kaybedeceği hiç bir şey yoktur, her tür adım mümkün olmaya başlar, iyi ya da kötü. Herkesin elinde kaybedecekleri vardır, ama öfkeli, üzgün, sıkıntılı anlarda yokmuş gibi gelebilir - o zamanlarda intihar edilir, o zamanlarda alınır en cesur kararlar, o zamanlarda tanıyamazsınız karşınızdakini.
  • Hiç bir oyunu kazanamayan adamdan korkacaksın - Rekabeti en sevmeyen kişi dahi hayatın önüne koyduğu oyunları oynamak zorundadır (uzun konu, başka bir yazıda irdelemek lazım bunu). İş hayatında oynar, kaybedebilir. Aşk hayatında oynar, kaybedebilir. Ama o adam gider sokaklarda araba yarıştırma oyununda en gözü kara pilot olur. Street Fighter'da kimse eline su dökemez. Onla kavga ederseniz sınır olmadığını bilmelisiniz, kazanacağı bir oyun gerekmektedir, öldürebilir.

23 Nisan 2010 Cuma

Mahsur kaldım a dostlar


Mahsur kaldım a dostlar
12 Nisan 2010 günü Amsterdam’a vardım, 16 nisandaki dönüş uçağıma dek her zamanki gibi toplantı üstüne toplantı yapacak, iş yemeklerine katılacak ama sonuç olarak memleketime dönecektim.
Kim bilirdi Volkan Bey’in (İzlanda’daki Eyjafjallajokull – isminde meymenet yok – volkanından bundan sonra ‘Volkan Bey’ diye bahsedeceğim) patlamaya karar vereceğini?
Her şey şaka gibi başladı. Toplantıda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 15-16 kişi vardı. Perşembe günü toplantı bitimine yakın bir panik havası oluştu. Bir yanardağ patlamıştı, kül bulutu havayı kaplamış hızla ilerliyordu. Ben Türküm ya, bana bir şey olmaz nasıl olsa, Avrupalı dostlarım endişelenmekteydi yok yere – ne yani bütün uçuşlar durdurulacak mıydı?
Öyle oldu netekim!
Gördüm ki İstanbul Amsterdam’a çok uzakmış.
Gördüm ki Hollanda’dan Avrupa’nın her yerine karayoluyla ulaşılırmış ama Türkiye’ye varmak biraz kasarmış!
Herkes atladı trenlere arabalara, biraz acılı da olsa ulaştılar sıcak yuvalarına. Benim burada bir haftam doldu, günlerden Pazartesi ve şu anda Schiphol Havaalanı halen kapalı, Perşembe gününe biletim var. Vokan Bey izin verirse döneceğim memleketime inşallah.
Bari biraz bahsedeyim Amsterdam’dan – hayatımda yurtdışında en uzun süre kesintisiz kaldığım şehir burası ne de olsa.
İlk maceram ‘Dunes’ denilen yerde 7 kilometrelik bir koşu oldu. Hollanda’nın ciddi bir kısmı deniz seviyesinin altında bulunuyor. ‘Netherlands’ ismi ‘low lands’ demekmiş, ‘alçak kara parçaları’ (ne çeviri be, mütercim tercüman olmalıymışım ben). Deniz kenarında ‘dunes’ denilen kum tepecikleri oluşturulmuş – anladığım kadarıyla bazıları doğal, bir kısmı da taşıma kumla desteklenmiş. Hollanda’nın su seviyesinin altında kalan kısımları bu tepeciklerle çevrelenmiş, denizle sınır oluşturuyorlar. Tabii deniz seviyesinin yükseldiği zamanlarda kullanılan pompalama sistemleri de bulunuyor. Küresel ısınma devam ederse ve deniz seviyesi yükselirse ülkeyi başka bir yere taşımaları gerekebilir. Koşu boyunca su, vahşi hayvan (etrafta atlar, değişik koyunlar, inekler dolanmakta – Türkiye’de olsa çoktan rakı mezesi olmuşlardı herhalde), çöl kumu, ağaçlar – benim gibi usta bir maratoncunun arayacağı her şey mevcuttu.
Haarlem şehrinde de biraz vakit geçirme şansım oldu, çok güzel bir yer, su kanallarının yanısıra az katlı sıcak evler ve Hollanda’nın her yerinde göze çarpan doğal bitki örtüsü mevcut. Evler az katlı çünkü zemin hiç tekin değil, fazlaca yumuşak. Kocaman pencereler var, güneş ışığının pek uğramadığı bu ülkede evlerin içi biraz aydınlanabilsin istenmiş. Şehir merkezinde bir çok ev yana doğru yatmış durumda, toprak altlarından kayıyor gibi. Eski evler aynı zamanda öne doğru da yatıklar – yukarı katlara eşya çıkartılması gerektiğinde çatıya kurulan kancalar kullanılıyormuş, eşyalar eve çarpmasın diye yapılar öne doğru hafif eğik tasarlanıyormuş.
Hollandalılar geçmişlerinden kaynaklanan enternasyonal bir karaktere sahipler. Çok iyi Ingilizce konuşuyorlar, sokaktaki sosis satıcısından çöpçüye kadar herkes bu dili biliyor. Erkeklerinde de kadınlarında da hafif bir ayılık durumu var, fazlaca direkt insanlar. Etrafta bol miktarda Japon turiste rastlamak mümkün, Türk sayısı da az değil – ne de olsa sevgili vatandaşlarım benim gibi bu ülkede mahsur kalmış durumdalar, bazıları 10 gündür bazıları 50 senedir.
Cuma günü tam bir ‘deja vu’ yaşadım: 2006 senesi ocak ayında Omron ile iş görüşmesi yapmak için hayatımda ilk defa Hollanda’ya gelmiş ve kanallarda bir tekne gezisi yapmıştım. O gün de bütün gün yaptığım yürüyüşlerden sonra bir bel ağrısı başlamıştı, aynen o zaman olduğu gibi bir kanal turu yapıp biraz oturayım dedim. Amsterdam adının ‘Amstel’ nehrinden geldiğini ilk defa öğrendim (biraseverler Amstel markasını hatırlayacaklardır). ‘Dancing houses’ adı verilen 6 evi gördüm: bunlar iyice birbirlerine doğru yatmışlar, Barcelona’da Gaudi’nin tasarladığı, düz yerine dans eden çizgilerden oluşan binalara benziyorlardı. Amsterdam’da bütün kanalların çevresine 1960lı yıllarda demir bariyerler konmuş, ancak yine de haftada ortalama bir araba suya düşmekteymiş (coffee shop çıkışı araba kullanmak zor oluyor herhalde). Amsterdam’daki en küçük evin genişliği sadece bir metre! Bazı evlerde camlar yukarıya gittikçe küçülüyor – eskiden anne baba aşağı katlarda, çocuklar yukarıda yaşarmış – çocukların tavanının fazla yüksek olması gereksiz bulunurmuş. Vaktiyle yaşanan ev azlığı sebebiyle nehrin üstüne ev-tekneler koyulmuş. Bunlar tamamen kanunlara uygun, suyun bir kısmı arazi olarak bu evlere ait! Merkez tren istasyonunun yakınındaki park yerinde yaklaşık 10000 tane bisiklet bulunuyormuş. Amsterdam’ın merkezinde yaşayan ve yakınlarda çalışan kişiler yeterli paraları olsa da araba almazlarmış – alması kolaymış ama park masrafı ve seyahat zorluğu sebebiyle araba pek tercih edilmiyormuş.
Amsterdam dümdüz bir şehir. Sadece kanalların üstündeki köprülerde hafif yokuşlar mevcut. Kiraladığım bisiklet vitessizdi ama hiçbir zorluk çekmedim – yolların düzlüğü Berlin’i hatırlattı.
Hollanda’nın ticarette neden bu kadar popüler ve başarılı olduğunu anlamak için 17. yüzyıla gitmek gerekiyor: 1602 senesinde ‘Dutch East India Company’ adında bir Hollanda şirketi kurulmuş. Hükümet sömürge aktivitelerini yürütmek ve doğu ülkeleriyle ticaret yapmak üzere bu şirkete 21 senelik tekel olma hakkı tanımış. Bu firma tarihin ilk çok-uluslu şirketi olmuş ve ilk hisse senetleri bu şirkete aitmiş – yani günümüzün borsaları ve globalleşme hikayesi bu şirketle başlamış. Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki ticaretin (özellikle baharat ticaretinin) gelişmesinde bu şirket büyük rol oynamış. Halen Hollanda limanları Avrupa’nın çok önemli giriş noktalarından, Hollanda bir çok Japon şirketinin (bizimki dahil) Avrupa merkezini oluşturuyor, deniz ticaretinde Hollandalilar çok başarılılar. Bugünkü Amsterdam’da kanallar bölgesi denen yer bu şirketin üst düzey yöneticilerinin ve diğer zenginlerin yerleşim yeriymiş. Bu çemberin dışında kalan ve ‘Jordaan’ denilen bölge ise Dutch East India Company’nin çeşitli ülkelerden gelen işcilerinin yaşadığı bölgeymiş. 19. yüzyılda firma kötüye gidince bu kişilerin çoğu işsiz kalmış, bölge 1960lara kadar fakirliğin kol gezdiği bir yer olmuş. Sonraki yıllarda İstanbul’un Cihangir gibi semtlerinde yaşanan değişim buralara da uğramış, evler orijinallere sadık kalınarak yenilenmiş, şimdilerde en ucuz ev 1.5M euro etmekteymiş.
Bu seyahatte plaja gidecek zamanım dahi oldu. Hollandalı 12 derece sıcaklık ve güneşli havayı görünce sokaklara dökülmüştü Pazar günü. Bir Amerikan arabası festivali vardı – hayatımda ilk defa Javelin marka araba gördüm, babamın ilk arabası Javat Javalin’miş (bu annemin telaffuzu, arabanın ismi Jowett Javelin diye yazılıyormuş, Amerikan değil İngiliz arabası aslında, bir resmini ekliyorum). Kumsal İsrail’in geniş Akdeniz sahilini hatırlatıyor – sıcaklık çok daha düşük, ama kumun cinsi (bizim deniz kumundan çok çöl kumunu andırıyor), kıyıdaki cafeler, her tarafta değişik spor yapan insanlar Akdeniz sahilini Kuzey denizi sahiline benzer kılıyor. 12 derece sıcaklıkta etrafta bikinisiyle dolaşan insanlar görmek şaşırtıcı!

Şimdi günlerden 22 nisan Perşembe, 10 gece Amsterdam’da kalmışım. 2 gün öncenin hayalet havaalanı Schiphol insanlarla dolup taşıyor ve elimde İstanbul uçuşumun biniş kartı bulunuyor! Uçak sesini hiç bu kadar sevmemiş, uçacağıma hiç bu kadar sevinmemiştim – gideyim de bir memleketimin toprağını öpeyim.

11 Nisan 2010 Pazar

Mecidiyeköy'de Ürperiyorum

Neva'nın kült eseri 'Atatürk'ün ölüm yılı' veya daha çok bilinen ismiyle 'Mecidiyeköy'de ürperiyorum':

Açmış bahçemde güller
Tanrım yardım et bize
Arılar dolanıyor
Tanrım yardım et bize
Ürperiyorum
Ruj aldım bugün
Kızıyorum bu hayata
Ürperiyorum
Neden acaba
Ölüme sürükleniyorum
Laleler soluyor
Ürperiyorum
Mecidiyeköy'de ürperiyorum
Yalnız ben ürperiyorum
Irmağın kenarında
Laleler söndü
Irmağın kenarında söndü

7 Nisan 2010 Çarşamba

Beslenme İlkeleri

Beslenme konusunda ciddi bir bilgi kirliliği var etrafta. Bir doktorun söylediğini öbürü yalanlıyor, bir gazete bir bilgi veriyor aradan zaman geçiyor yok öyle değil böyleymiş oluyor. Aşağıda detaya girmeden oluşturduğum, uzmanların hemfikir olduğunu düşündüğüm beslenme ilkelerini yayınlıyorum. 10uncu ilke benim buluşum - zorla güzellik olmaz netekim.

ÜZERİNDE BÜTÜN KAYNAKLARIN HEMFİKİR OLDUĞU TEMEL İLKELER
1. Aşırılardan kaçın. Buna hızlı yemek, çok fazla yemek ve çok az yemek de dahildir.
2. Bol su iç, susamayı bekleme.
3. Gece 21:00 sonrası yemek yeme, yatmadan en az 3 saat önce yemeyi kes.
4. Üç tehlikeli beyazdan uzak dur: Un, şeker, tuz.
5. Yağ tüketiminde çok dikkatli ol. Bitkisel ve doymamış yağları tercih et.
6. Kilonu değiştirme, en azından bunu hızlı yapma. Fazla kilo bile sürekli ve hızlı değişen kilodan iyidir.
7. Haftada en az iki kez balık ye.
8. Sebze ve meyveyi bol bol tüket; özellikle koyu renkli ve taze olanlarını çiğ yemeyi tercih et.
9. Kahvaltıyı kesinlikle atlama.
10. Ruhuna iyi davran, cok istedigin seyleri birinci kurala riayet etmek kaydiyla yiyebilirsin, hatta yemelisin
11. Besinleri taze tüket – uzun süre dayanan gıdalar ve beklemiş yemek taze besin kadar faydalı olmayacaktır.
12. Sık sık yemek ye, bir kerede tükettiğin gıda miktarını sınırla, hiçbir zaman acıkma. Tokluk seviyeni 1-10 skalasında (10 – hastanelik olma derecesinde midesi dolu, 1 – o kadar aç ki artık açlık bile hissedemiyor) değerlendirirsek her zaman 4-6 arasında tut.

6 Nisan 2010 Salı

David Helfgott konseri

Dün (6.4.2010) Aya İrini'de uzun süredir beklediğim David Helfgott konserindeydim.
Sanatçı 19 mayıs 1947 Avustralya doğumlu, Polonya asıllı Yahudi bir ailenin çocuğu. 63 yaşında, ancak 80 gibi görünüyor, 40 gibi hareket ediyor. Helfgott'un hayatını konu alan, Geoffrey Rush'a en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazandıran 1996 yapımı 'Shine' adlı filmle ünü bütün dünyaya yayıldı.
Konser Yılmaz Kurt adlı bir şahsın konuşmasının ardından başladı. Elindeki metni okumaktan, Rachmaninov kelimesini doğru telaffuz etmekten aciz bu zat 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti ajansı Genel Sekreteri imiş - çok aramışlar mı, nasıl seçmişler pek anlayamadık.
Şizofreni hastası Helfgott sahneye koşar adımlarla çıktı, yerinde duramıyor zıplıyordu. Seyircilere 'hadi birlikte çalalım' der gibi yaklaştı. Pek de pianist gibi durmuyordu, hatta ne kadar önemli bir virtüöz olduğunu bilmeseniz çalabileceğinden şüphe duyardınız. Konserin ilk kısmında solo piano için bir eser seslendirdi, pianodan çıkan güzel notaların arasına Helfgott'un kendinden geçmiş sesi karışıyordu - ancak ben dahil bütün seyirciler Rachmaninov'un 3. Piano Konçertosu'nu nasıl çalacağını merak ediyordu. Ne de olsa filme de konu olan, dünyada ancak bir kaç pianistin eksiksiz yorumlayabildiği, icra edilmesi en zor eserlerden biri olarak geçen bu konçerto Helfgott'un hastalığının da sorumlularından biri olarak görülmekteydi. Ayrıca sanatçı sağlık şartlarından dolayı artık yurtdışı konserleri veremeyecekti, muhtemelen onun Rach3 çalışını son kez canlı dinliyor olacaktık.
Beklediğimize değdi - kemanların derinden gelen huzur verici girişinin ardından Helfgott'un parmakları melodiyi net bir şekilde mırıldandılar. İlk dakikayı dinleyen kişi klasik bir romantik eser bekleyebilirdi, ancak sonrasında piano çıldıracak, sesler beyinleri ve ruhları zorlayacak, kalabalık akorların ard arda gelişi bir insan evladının böyle bir besteyi nasıl yapabileceği ve bir pianistin bunu nasıl icra edebileceği konusunda soru işaretleri uyandıracaktı. Orkestra ve şef de çok başarılılardı.
Sandalyeler rahatsız, pianonun sesini duymak zor, bilet fiyatları yüksek, David Helfgott'un elleri artık her notayı net çalamayacak kadar yorgun olabilirdi - ama bu deneyim hepsine değerdi.
Performans sona erdiğinde seyirciyi oturtmak veya alkışı kesmek mümkün olmadı. Bir bis yetmedi, ikinci bis 'flight of the bumblebee' ile geldi. Helfgott'un sevgi dolu ruhu hareketlerine yansıyordu, aynen beklendiği gibi orkestra şefine, baş kemancıya ve diğer sanatçılara defalarca sarıldı, seyirciyle tokalaştı. Dakikalar süren alkışın ardından evlerimize yollanırken kararımı vermiştim: 'Shine'ı bir kez daha seyretmek farz oldu.