23 Nisan 2010 Cuma

Mahsur kaldım a dostlar


Mahsur kaldım a dostlar
12 Nisan 2010 günü Amsterdam’a vardım, 16 nisandaki dönüş uçağıma dek her zamanki gibi toplantı üstüne toplantı yapacak, iş yemeklerine katılacak ama sonuç olarak memleketime dönecektim.
Kim bilirdi Volkan Bey’in (İzlanda’daki Eyjafjallajokull – isminde meymenet yok – volkanından bundan sonra ‘Volkan Bey’ diye bahsedeceğim) patlamaya karar vereceğini?
Her şey şaka gibi başladı. Toplantıda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 15-16 kişi vardı. Perşembe günü toplantı bitimine yakın bir panik havası oluştu. Bir yanardağ patlamıştı, kül bulutu havayı kaplamış hızla ilerliyordu. Ben Türküm ya, bana bir şey olmaz nasıl olsa, Avrupalı dostlarım endişelenmekteydi yok yere – ne yani bütün uçuşlar durdurulacak mıydı?
Öyle oldu netekim!
Gördüm ki İstanbul Amsterdam’a çok uzakmış.
Gördüm ki Hollanda’dan Avrupa’nın her yerine karayoluyla ulaşılırmış ama Türkiye’ye varmak biraz kasarmış!
Herkes atladı trenlere arabalara, biraz acılı da olsa ulaştılar sıcak yuvalarına. Benim burada bir haftam doldu, günlerden Pazartesi ve şu anda Schiphol Havaalanı halen kapalı, Perşembe gününe biletim var. Vokan Bey izin verirse döneceğim memleketime inşallah.
Bari biraz bahsedeyim Amsterdam’dan – hayatımda yurtdışında en uzun süre kesintisiz kaldığım şehir burası ne de olsa.
İlk maceram ‘Dunes’ denilen yerde 7 kilometrelik bir koşu oldu. Hollanda’nın ciddi bir kısmı deniz seviyesinin altında bulunuyor. ‘Netherlands’ ismi ‘low lands’ demekmiş, ‘alçak kara parçaları’ (ne çeviri be, mütercim tercüman olmalıymışım ben). Deniz kenarında ‘dunes’ denilen kum tepecikleri oluşturulmuş – anladığım kadarıyla bazıları doğal, bir kısmı da taşıma kumla desteklenmiş. Hollanda’nın su seviyesinin altında kalan kısımları bu tepeciklerle çevrelenmiş, denizle sınır oluşturuyorlar. Tabii deniz seviyesinin yükseldiği zamanlarda kullanılan pompalama sistemleri de bulunuyor. Küresel ısınma devam ederse ve deniz seviyesi yükselirse ülkeyi başka bir yere taşımaları gerekebilir. Koşu boyunca su, vahşi hayvan (etrafta atlar, değişik koyunlar, inekler dolanmakta – Türkiye’de olsa çoktan rakı mezesi olmuşlardı herhalde), çöl kumu, ağaçlar – benim gibi usta bir maratoncunun arayacağı her şey mevcuttu.
Haarlem şehrinde de biraz vakit geçirme şansım oldu, çok güzel bir yer, su kanallarının yanısıra az katlı sıcak evler ve Hollanda’nın her yerinde göze çarpan doğal bitki örtüsü mevcut. Evler az katlı çünkü zemin hiç tekin değil, fazlaca yumuşak. Kocaman pencereler var, güneş ışığının pek uğramadığı bu ülkede evlerin içi biraz aydınlanabilsin istenmiş. Şehir merkezinde bir çok ev yana doğru yatmış durumda, toprak altlarından kayıyor gibi. Eski evler aynı zamanda öne doğru da yatıklar – yukarı katlara eşya çıkartılması gerektiğinde çatıya kurulan kancalar kullanılıyormuş, eşyalar eve çarpmasın diye yapılar öne doğru hafif eğik tasarlanıyormuş.
Hollandalılar geçmişlerinden kaynaklanan enternasyonal bir karaktere sahipler. Çok iyi Ingilizce konuşuyorlar, sokaktaki sosis satıcısından çöpçüye kadar herkes bu dili biliyor. Erkeklerinde de kadınlarında da hafif bir ayılık durumu var, fazlaca direkt insanlar. Etrafta bol miktarda Japon turiste rastlamak mümkün, Türk sayısı da az değil – ne de olsa sevgili vatandaşlarım benim gibi bu ülkede mahsur kalmış durumdalar, bazıları 10 gündür bazıları 50 senedir.
Cuma günü tam bir ‘deja vu’ yaşadım: 2006 senesi ocak ayında Omron ile iş görüşmesi yapmak için hayatımda ilk defa Hollanda’ya gelmiş ve kanallarda bir tekne gezisi yapmıştım. O gün de bütün gün yaptığım yürüyüşlerden sonra bir bel ağrısı başlamıştı, aynen o zaman olduğu gibi bir kanal turu yapıp biraz oturayım dedim. Amsterdam adının ‘Amstel’ nehrinden geldiğini ilk defa öğrendim (biraseverler Amstel markasını hatırlayacaklardır). ‘Dancing houses’ adı verilen 6 evi gördüm: bunlar iyice birbirlerine doğru yatmışlar, Barcelona’da Gaudi’nin tasarladığı, düz yerine dans eden çizgilerden oluşan binalara benziyorlardı. Amsterdam’da bütün kanalların çevresine 1960lı yıllarda demir bariyerler konmuş, ancak yine de haftada ortalama bir araba suya düşmekteymiş (coffee shop çıkışı araba kullanmak zor oluyor herhalde). Amsterdam’daki en küçük evin genişliği sadece bir metre! Bazı evlerde camlar yukarıya gittikçe küçülüyor – eskiden anne baba aşağı katlarda, çocuklar yukarıda yaşarmış – çocukların tavanının fazla yüksek olması gereksiz bulunurmuş. Vaktiyle yaşanan ev azlığı sebebiyle nehrin üstüne ev-tekneler koyulmuş. Bunlar tamamen kanunlara uygun, suyun bir kısmı arazi olarak bu evlere ait! Merkez tren istasyonunun yakınındaki park yerinde yaklaşık 10000 tane bisiklet bulunuyormuş. Amsterdam’ın merkezinde yaşayan ve yakınlarda çalışan kişiler yeterli paraları olsa da araba almazlarmış – alması kolaymış ama park masrafı ve seyahat zorluğu sebebiyle araba pek tercih edilmiyormuş.
Amsterdam dümdüz bir şehir. Sadece kanalların üstündeki köprülerde hafif yokuşlar mevcut. Kiraladığım bisiklet vitessizdi ama hiçbir zorluk çekmedim – yolların düzlüğü Berlin’i hatırlattı.
Hollanda’nın ticarette neden bu kadar popüler ve başarılı olduğunu anlamak için 17. yüzyıla gitmek gerekiyor: 1602 senesinde ‘Dutch East India Company’ adında bir Hollanda şirketi kurulmuş. Hükümet sömürge aktivitelerini yürütmek ve doğu ülkeleriyle ticaret yapmak üzere bu şirkete 21 senelik tekel olma hakkı tanımış. Bu firma tarihin ilk çok-uluslu şirketi olmuş ve ilk hisse senetleri bu şirkete aitmiş – yani günümüzün borsaları ve globalleşme hikayesi bu şirketle başlamış. Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki ticaretin (özellikle baharat ticaretinin) gelişmesinde bu şirket büyük rol oynamış. Halen Hollanda limanları Avrupa’nın çok önemli giriş noktalarından, Hollanda bir çok Japon şirketinin (bizimki dahil) Avrupa merkezini oluşturuyor, deniz ticaretinde Hollandalilar çok başarılılar. Bugünkü Amsterdam’da kanallar bölgesi denen yer bu şirketin üst düzey yöneticilerinin ve diğer zenginlerin yerleşim yeriymiş. Bu çemberin dışında kalan ve ‘Jordaan’ denilen bölge ise Dutch East India Company’nin çeşitli ülkelerden gelen işcilerinin yaşadığı bölgeymiş. 19. yüzyılda firma kötüye gidince bu kişilerin çoğu işsiz kalmış, bölge 1960lara kadar fakirliğin kol gezdiği bir yer olmuş. Sonraki yıllarda İstanbul’un Cihangir gibi semtlerinde yaşanan değişim buralara da uğramış, evler orijinallere sadık kalınarak yenilenmiş, şimdilerde en ucuz ev 1.5M euro etmekteymiş.
Bu seyahatte plaja gidecek zamanım dahi oldu. Hollandalı 12 derece sıcaklık ve güneşli havayı görünce sokaklara dökülmüştü Pazar günü. Bir Amerikan arabası festivali vardı – hayatımda ilk defa Javelin marka araba gördüm, babamın ilk arabası Javat Javalin’miş (bu annemin telaffuzu, arabanın ismi Jowett Javelin diye yazılıyormuş, Amerikan değil İngiliz arabası aslında, bir resmini ekliyorum). Kumsal İsrail’in geniş Akdeniz sahilini hatırlatıyor – sıcaklık çok daha düşük, ama kumun cinsi (bizim deniz kumundan çok çöl kumunu andırıyor), kıyıdaki cafeler, her tarafta değişik spor yapan insanlar Akdeniz sahilini Kuzey denizi sahiline benzer kılıyor. 12 derece sıcaklıkta etrafta bikinisiyle dolaşan insanlar görmek şaşırtıcı!

Şimdi günlerden 22 nisan Perşembe, 10 gece Amsterdam’da kalmışım. 2 gün öncenin hayalet havaalanı Schiphol insanlarla dolup taşıyor ve elimde İstanbul uçuşumun biniş kartı bulunuyor! Uçak sesini hiç bu kadar sevmemiş, uçacağıma hiç bu kadar sevinmemiştim – gideyim de bir memleketimin toprağını öpeyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder