20 Temmuz 2011 Çarşamba

Ispanya / Fiberfib

Siz şimdi bu sene çok çalışıp yorulursunuz, en iyisi güzel bir tatil planlayın, seneye yazın uygularsınız.
Önce en zor kısmı: kendinize çok iyi arkadaşlar edinin, onlarla bir 25 sene kadar geçirin. Öyle bir hale gelin ki derdiniz dertleri, sevinciniz sevinçleri olsun. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmesin, onlara duyduğunuz güven kendinize duyduğunuzdan fazla olsun, bilin ki onlar hep yanınızdalar ölene kadar.
Bunu yaptıysanız sene sonuna doğru Fiberfib festivalinin tarihlerini öğrenin. Temmuz 2012 civarında olacaktır, www.fiberfib.com detaylı bilgiyi yayınlayacaktır. 2011 Arctic Monkeys, The Strokes, Arcade Fire, Portishead, Brandon Flowers ve adını sayamadığım onlarca diğer grubun katılımıyla bir rock şöleni havasındaydı, umun ki 2012 de öyle olsun.
Sonra ilgili tarihlerden birkaç gün öncesine Istanbul-Barcelona biletinizi alın, dönüşü açık bırakın, ayrılmak istemeyebilirsiniz.
Barcelona’da otobüsle şehri gezin, gezerken Gaudi’nin dehasına şahit olun. Yapımı hala devam etmekte olan, yaşamı süresine sığdıramadığı en büyük eseri La Sagrada Familia katedraline gidin, şaşırın, ürkün! Sonra Casa Battlo’ya (www.casabatllo.es) gidin, hatta yapabiliyorsanız orada bir caz konseri izleyin. Bir evin zemini dahil her yerinde nasıl olup da köşeli alışık olduğumuz tasarımlardan uzaklaşılabildiğini, Gaudi’nin elinde sıradan bir binanın nasıl olup da mimari harikasına dönüşebildiğini görün.
İspanya’da geçirdiğiniz günlerde kilo almaya hazır olun. Enfes paella’lari, envai çeşit tapas’ı, litrelerce sangria’yı midenize indirin. Yemeklere arkadaşlarınızla yapacağınız ‘forum’lar eşlik etsin, daha önce belirlenmiş konular masaya yatırılsın, enine boyuna tartışılsın.
Barcelona’da geçirdiğiniz üç günden sonra araba kiralayıp 300 kilometre kadar gidin, otoyollara 60 euro verip İspanya’nın borç batağından kurtulmasına yardımcı olun. Festivalin yapıldığı Benicassim yakınlarında bir otel bulun – hatta yaşınızın başında hala ‘2’ yazıyorsa festival biletleriniz sayesinde ücretsiz kalma hakkı kazanacağınız kampa çadırınızı kurun. Yaşınızın başında ‘3’ veya daha büyük bir sayı varsa risk almayın, Valencia’ya bağlı Castellon kalmak için güzel bir şehir – müzik dışı zamanlarda kilometrelerce uzanan sahil şeridi hizmetinizde, tabii amacınız yüzmek değil dalgalarla boğuşmak ve serinlemek olmalı.
Otelinize yerleştiyseniz 3 gün boyunca müziğin ve eğlencenin tadına varın, 50000 kişilik bir alanda nasıl net sesler yakalanabildiğini işitin (mesela Efes Pilsen One Love Festival’daki ses düzeninin nasıl bir fiyasko olduğunu karşılaştırarak görün). Akşam 19:00-21:00 aralığında bir saatte festival alanına gidin, uzun yürüyüş mesafesi dışında hiçbir noktası aksamayan organizasyonla keyfinize bakın. Örtünüzü serin, ayakta azarak seyredeceğiniz konserler sırasında ve oturarak piknik tadında dinleyeceklerinizde şu tip olaylara hazırlıklı olun:
• Erkekler tuvaleti sadece erkeklerin değildir, bayanlar tuvaleti doluysa güzeller güzeli bir kız sıranızı kapıp ihtiyacını giderebilir.
• Arkadaşlarınıza eşcinseller asılabilir, bir saat yanından gitmeyecek kadar ısrarlı olabilirler.
• Otoparktan çıkarken bir kadın sizi durdurabilir, alkol kontrolü yapmak isteyebilir
• Kızlar ne kadar güzel olurlarsa olsunlar gülebilirler, kendileriyle konuşulabilir, Türkiye’deki gibi daha güzel olan daha çok somurtmayabilir, insanlar trip milli takımına girmek için birbirleriyle yarışmayabilir (http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=96742).
• Arctic Monkeys’in solisti Alex Turner sadece çaldığı ve söyledikleriyle değil, sustukları ile de seyirciyi coşturabilir.
• İspanya’daki bir festivalde İngiliz seyirci sayısı İspanyol’dan fazla olabilir.
• En iyi konserler gece 01:00’den sonra başlayabilir, insanlar 04:00’te uyuyup 06:00’da kalkar ve dönüş yoluna geçebilirler.
Biz bunların hepsini bu sene yaptık, size de tavsiye ederiz. Seneye Macaristan’da Sziget’teyiz oraya da bekleriz.

28 Haziran 2011 Salı

EY OKUYUCU: BODRUM’A GİT, BUNLARI YAP

• Arabayla gidiyorsan yolda Bafa Gölü’nde Çeri Restaurant’ta mola ver, yılan balığı ye, slogana dikkat et: ‘Kaçan balık büyük olur, kaçamayan Çeri’de ızgara…’
• Bir gününü Gündoğan’da Çakıltaşı Restaurant’da geçir. Masmavi denizin tadına var, işletmeci ailenin güzel insanlarıyla sohbet et, kuma atılmış mavi tahta masalarda enfes zeytinyağlıları götür.
• Gökçebel’de Güler Abla’nın yerinde kahvaltı et, gerçek köy lezzetlerini gerçek köy evinde tat, jet sosyetenin doğal lezzetleri ne kadar sevdiğini keşfet zira her an magazin sayfalarından fırlamış bir güzeli Güler Abla ile kucaklaşırken görebilirsin. Mutlaka rezervasyon yaptır, tel: 02523863306.
• Klasik Bodrum programlarını kaçırma: Barlar Sokağı’nda kaleye karşı nargile iç, Eski’de veya Adamik’te tekila / sandoz yuvarla (söyle tekila’yı açılmamış şişede getirsinler alkolü bol olsun), Kule’de ve Körfez’de tepin kurtlarını dök.
• Ve tabii Halikarnas Disko’nun yanında Orfoz Restaurant’a git, sevgili kuzenim Çağlar’ın ve abisi Çağrı’nın müthiş kabuklu menüsünün tadına var, kidonyayı, istiridyeyi, midyeyi kaçırma, mutlaka rezervasyon yaptır, tel: 02523164285

9 Haziran 2011 Perşembe

BÜYÜK FIRSATLAR (MI)???

Hızla büyüyen fırsat sitelerini kullanarak acaba gerçekten kar mı ediyoruz, yoksa normalde harcayacağımızdan çok daha fazla parayı normalde yapmayacağımız aktivitelerde çarçur mu ediyoruz?
Reuters yazarı Chris Taylor’ın anlattıklarına göre satın alınan fırsat kuponlarının yaklaşık %20’si kullanılmadan çöpe gidiyormuş. Zaman sınırlamaları ‘başıma talih kuşu kondu , kaçırmak üzereyim’ yanılgısını yaratıp bizi telaşa sürükleme görevini üstleniyormuş. Bu işin en büyüğü olan ‘groupon’ adlı kuruluşun 43 ülkede 83 milyon üyesi bulunuyormuş.
Benim şahsi tecrübelerim pek de olumlu değil – bir iki kere fena olmayan yemekler yakaladım, ama anlayışsız yoga merkezlerinden kaçırılan trenlere, değiştirilmeyen otel rezervasyonlarından keşke gelmeseydim dedirten restaurantlara kadar bir çok olumsuzluk da yaşadım.
Arkadaşlarımın kalitesizlikten şikayet ettiklerini çok duydum – bir mekana fırsat kuponuyla gidenle paraya kıyıp giden bir olur mu hiç? Garsonlar aynı şekilde mi davranır, herkesin başlarının üstünde yeri mi vardır – ne kadar ödeyecek olurlarsa ödesinler - yoksa ucuzcular en kelek masalara mı oturtulurlar?
Bir sorun da mekan sahiplerinin daha önce yaptıkları anlaşmalardan vazgeçme eğilimi oluyormuş – ‘çok düşük fiyat vermişiz, bu paraya kahvaltı mı olur canım?’

Siz siz olun fırsatı yakaladığınızda telaşla satın almadan önce dopamin seviyenizin düşmesini bekleyin. Unutmayın: 100 liralık bir aktiviteyi 70 liraya aldığınızda 30 lira kazanmıyorsunuz, 70 lira harcıyorsunuz! Belki bir saat kadar sonra teklifin çok iyi olmadığını veya teklif edileni gerçekte yapmak istemediğinizi görebilirsiniz.

Bir saat sonra hala müthiş bir fırsat olduğunu düşünüyorsanız beni de haberdar edin!

26 Nisan 2011 Salı

Teknoloji danışmanınızdan iPhone öğütleri

Bu iPhone müthiş bir telefon, yalnız pil ömrü biraz kısa. İşte teknoloji danışmanınızdan bu soruna çözüm önerileri:
• Wirelessı kapatın
• 3G’yi kapatın
• Arka ışığı sönükleştirin
• İnternette fazla dolaşmayın
• Telefonda fazla konuşmayın
• Telefonunuzu saat başlarında açıp arayan var mı diye kontrol edin, sonra yine kapatın
• İyisi mi siz iPhoneu tamamen kapatın, kendinize bir Nokia 3310 bulun, bir kere şarj edin bütün hafta konuşun.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Nerede benim metrobüslerim?


Artık kimse tartışmaz, konuşmaz oldu. Gazetelerimiz zaten içeri atılmaktan korkan yazarlarla dolu, otosansür had safhada. Dolayısıyla hiçbir yerde okumuyoruz, ama ben yine de sormak istiyorum: nerede bu Phileas otobüsler?
Bahçelievler’den Ataşehir’e giderken karşıdan gelen metrobüslere dikkat ettim, kilometrelerce yol gittim, onlarca otobüs gördüm, ama hiçbiri çift körüklü Phileas marka Hollanda malı araçlardan değildi. Bu araçların 50 tanesine 62 milyon Avro ödemiştik, ama sanırım garajlarda yatıyorlardı. Sonradan anlaşılmıştı ki İstanbul’un rampalarında 26 metrelik bu devler yolda kalıyorlardı.
http://arsiv.sabah.com.tr/2008/04/29/haber,6333DE58AC4D4DD28DC4A4C1DEF1CA44.html adresinde adı geçen usulsüzlük iddialarının sonuçlarını bulamadım.
Mercedes Capacity (ve Citaro) model araçlar aslanlar gibi yollarda, çok daha küçükler ama en azından taşıyorlar vatandaşı sorunsuzca. Tabii sol tarafta kapıları olmadığı için metrobüslerin yolun sağı yerine solundan gitmesine alıştık bile.
Araçların iade edilmesi en iyi çözüm olarak görülüyordu 2009 senesindeki tartışmalarda, ama sonçları bilemiyorum.
Phileas aslında rakipsiz değil, daha eski görünüşlü ancak aynı işi yapabileceği hissini veren, havaalanlarında benzerleri kullanılan Vanhool marka AGG300 model araçlar alım yapıldığında mevcuttu, ama sevgili İstanbul belediyesi ihale açmaya gerek görmemiş. Aslında en güzeli yerli sanayinin desteklenmesi, bu tür bir aracın Türkiye’de üretilip bütün dünyaya satılması için gerekli çalışmanın yapılması olurdu, ama bu opsiyon zaten tamamen göz ardı edilmiş durumda.
Benim anladığım kadarıyla Phileas metrobüsler şu anda İETT’nin İkitelli garajında gizli saklı çürümekteler. İETT Hollandalı firmaya 16 milyon TLlik dava açmış (ekim 2010).
Peki biz, sokaktaki vatandaşlar, böyle hayati bir hata yapıp paralarımızı sokağa atan yetkililerden nasıl bir tazminat istesek acaba?

25 Şubat 2011 Cuma

TEKNOLOJİ BİR YERE KADAR

Elektronik sistemlerde ve dijital iletisimde kodlamasi en zor bilgi goruntudur. Bu yuzden bir cok goruntunun hizli bir sekilde arka arkaya akmasindan olusan video internetten indirirken en fazla zamani alan veri turudur, dijital bir film dosyasi gigabaytlar dolusu 1 ve 0 icermektedir.
Sonra ses gelir – bir konusmayi, bir sarkiyi, sadece sesten olusan bir dosyayi indirmek daha kolaydir, bu tur dosyalar bilgisayarda da daha az yer tutar.
En sonunda da yazi – yuzlerce sayfalik kitap cok kisa surede bilgisayariniza inecek ve cok az yer tutacaktir.
Bence bu hem profesyonel hem de ozel hayatta insan iliskileriyle ilgili onemli bir bilgi: bir arkadasinizla veya sevgilinizle sorun yasadiginizda yuzyuze goruserek cozmeye calismak gibisi yoktur. Telefon / sozlu iletisim, veya email-sms / yazili iletisim ayni etkiyi yapmaz. Cunku insan sadece sesten veya onun kodlanmis hali olan yazidan cok daha fazla bilgi tasir hemcinsleri icin. Bir mimik, bir dokunus, bir koku, bir gulumseme yuzlerce sayfa yaziya, binlerce kelimeye bedel olabilir.
Teknolojinin gunumuzde geldigi noktada dahi ayni ortamda bulunup yuzyuze iletisim kurmanin tam olarak yerini tutan bir yontem gelistirilememistir, ve umarim hic bir zaman gelistirilemez.

7 Şubat 2011 Pazartesi

ZEITGEIST ve VENUS PROJECT

Yaptığı işin neye yaradığını, bu dünyanın niye kendisine ihtiyaç duyduğunu çözemeyenler.
Düzenin yanlışlıklarını görenler ama kelimelere sığdıramayanlar.
Parasal sistemi, dinleri, çalışma hayatını sorgulayanlar.
Teknolojiye, gelişime, insana, doğaya inananlar.
Kendisine yutturulmaya çalışılanları yemeyenler, ama yapacak bir şey bulamayanlar.
Kapitalizmin, sosyalizmin, komunizmin, fasizmin, politikanin çözüm olmadığını gören, ama çözüm önerilerini toparlayamayanlar.
Rica etsem şu siteleri inceler misiniz:

Once www.zeitgeistmovie.com – burada 3 belgesel var, insanı düşünmeye teşvik ediyorlar.
www.venusproject.com – dünyayı nasıl daha yaşanılır bir yer haline getiririz sorusuna bazı cevap önerileri.
ve tabii ki www.thezeitgeistmovement.com

Ben incelemeye devam edeceğim, şimdilik sadece bu adamların ne söylediklerini bildiklerini düşündüğümü söylemekle yetineyim.

26 Ocak 2011 Çarşamba

PARANIN YÜKSELİŞİ

Okumakta olduğum kitaplardan birinin ismi 'The Ascent Of Money' (paranın yükselişi diye çevrilebilir sanırım), yazarı Niall Ferguson.
Zeitgeist'in ikinci bölümünü seyrettikten sonra parasal sistemin nasıl işlediğini öğrenmenin dünyayı anlamak için elzem olduğuna karar verdim, bu kitabı tekrar okumaya başladım. Hem zeitgeisti (www.zeitgeistmovie.com) hem de 'The Ascent Of Money' kitabını herkese öneririm.
Kitaptan ilginç bir bölüm: bankacılık sisteminin bugünkü halini alma yoluna girmesinde önemli üç gelişme 17. yüzyılda gerçekleşmiş:
>>> AMSTERDAM 1609: 'Amsterdam Exchange Bank (Wisselbank)' açılmış. Tüccarlar bu bankaya o zamanki metal paraları (altın, gümüş vs) yatırıyorlarmış. Aralarındaki mal alışverişinin karşılığı olan ödemeler için ilk defa bu banka sayesinde fiziksel para alışverişine gerek kalmamış. Banka bir tüccarın hesabından diğerine ilgili miktarı aktarıyormuş. Ayrıca banka o zaman dolaşımda olan 14 değişik paranın birbirlerine çevrilebilmesini, yani pariteleri de oluşturmuş.
>>> STOCKHOLM 1657: 'Stockholms Banco' açılmış. Zeitgeist'ta nefretle anlatılan bankaların 'kredi yaratma' yani olmayan parayı var etme işlevleri başlamış. Bu banka yatırılan paranın belli bir oranını ayırdıktan sonra geri kalanını borç olarak dağıtıyormuş. Örneğin 100 altın yatırdığınızda bunun 20sini rezerv olarak saklayıp 80ini borç veriyormuş. Böylece ilk etapta 100 altın gerçek paradan 180 altın para yaratılmış oluyor, bu şekilde devam edildikçe miktar sürekli artıyormuş. Bu işin riski herkes yatırdığını aynı anda çekmek isterse eldeki paranın istekleri karşılayamamasıymış. Günümüz krizlerinde 'ya banka batarsa' korkusunun altında bu sistem yatıyor - bankalar merkez bankasında 'munzam karşılık' olarak Türkiye için %12 civarında bir miktar tuttuktan sonra geri kalan parayı kredi olarak dağıtabiliyorlar. Herkes parasını bir anda geri isterse - mesela ağır kriz dönemlerinde olduğu gibi - banka borçlarını ödeyemeyebiliyor. Ama bu sistem büyümeyi tetikliyor, bu yüzden günümüz kapitalist dünyası için vazgeçilmez.
>>> LONDRA 1694 : 'Bank of England' kurulmuş. İlk hedefi hükümeti savaş harcamaları için desteklemekmiş. Bu banka ilk defa yatırdığınız gerçek para karşılığında 'banknot' vermeye başlamış. Yatırdığınız altın yerine size bir kağıt veriyor, ve burada bankanın sözü oluyor: 'bu kağıt bana getirildiğinde şu kadar altın ödeyeceğim'. Siz o kağıdı başka birisine verdiğinizde otomatikman altınları o kişiye transfer etmiş oluyorsunuz. Bugünkü çek, hatta nakit paranın çok benzeri.

Tabii zeitgeistta da dediği gibi altın karşılığı sisteminin tamamen dünyadan kalkmasıyla artık elimizdeki paralar sadece birer sayıdan ibaret. Değerleri dünyadaki politik gelişmeler, oyunlar, ekonomik değişimler ile her gün değişen kağıt parçaları, hatta sadece banka hesabınızdaki sayılar!!!

23 Ocak 2011 Pazar

O DA ÇOCUK

Uzun bir aradan sonra İstanbul’da yağmur var, hem de sadece ahmakları ıslatmıyor, bu mevsimde olması gerektiği gibi, şakır şakır.
Küçük bir kız çocuğu yolun kenarında bekliyor. Soğuktan titriyor, ama hareket etmiyor. Bir şey satmıyor, dilenmiyor, zaten kılığı kıyafeti gayet düzgün.
Duruyorum biraz önünde, dikiz aynasından bakıyorum, hiç bir değişiklik yok, sadece her çocuk gibi onun da çok güzel olduğunu fark ediyorum. Geri geri geliyorum ve konuşmaya çalışıyorum: ‘Anneni mi bekliyorsun, çok ıslanmışssın’ diyebiliyorum.
Sonrası buraya kadar olduğundan daha da ilginç: annesinin evde olduğunu, karşıya geçmek istediğini söylüyor. Elinden tutup karşıya geçiriyorum, tabii detay öğrenmeye çalışıyorum ve anlatıyor: çok üşüdüğünü, iç çamaşırı alması gerektiğini söylüyor, çünkü altını ıslatmış, soğuktan olsa gerek, mağaza nerede diyor. Bana küp şeker satmaya çalışıyor! Evine götürme teklifimi kabul etmiyor, para kazanmadan gidemem diyor.
Para koyuyorum cebine, kimseye vermemesini söylüyorum, elimden sadece bu geliyor, oradan ayrılıyorum.
Dilenen çocukların birileri tarafından çalıştırıldığını bildiğim için para vermeyi sevmem, bunun sadece onun sırtından gelir elde edenlerin iştahını kabartacağını düşünürüm. Peki ama bu nasıl bir durumdur? Çocuk belki bu işe yeni başladığından insanlara yaklaşıp para istemeyi bilmiyor. Kıyafetinin niye dilenci gibi değil de çevremizdeki hali vakti yerinde ailelerin çocukları gibi olduğunu anlayamıyorum. Belki benim verdiğim para da onu çalıştıranlara gidecek. Bunlar tamam da bu çocuk nasıl kurtulacak? Nasıl okuyacak? Soğuktan donmadan nasıl büyüyecek, büyüyünce bu yaşadıkları ortaya nasıl bir insan çıkartacak?
Güvenlikli sitelerimizde kendimize lüks hapishaneler yaratarak çözüm bulmuş gibi oluyoruz ama dünyanın bu konularda düşünmesi şart gibi. Hukuk, eğitim, daha adil gelir dağılımı, nüfus planlaması, herkese insanca yaşam lazım gibi.
Çözümüm olmadan sorun dile getirmeyi sevmem ama, bunu anlatmam lazımdı gibi…

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bir kaç tavsiye

Son zamanlarda bana iyi gelenlerden bir demet, belki denemek istersiniz:
>>> AMAZON KINDLE: Bir e-kitap okuyucu. www.amazon.com 'dan alınabiliyor. Fiyati 139USD, Turkiye'ye getirmek için en iyi yol Amerika'da yaşayan ve yakında gelecek olan bir tanıdığınızın adresine postalatmak. İlk duyduğumda bir kitapseverin klasik tepkisini verdim tabii ki : 'aynı keyfi vermesi mümkün değil!' Oysa pratikte durumun çok farklı olduğunu gördüm. İngilizce olmak kaydıyla envai çeşit kitaba kolay ulaşım, arka ışığı olmayan gerçek kitap sayfasına benzerliğiyle ve gözü yormamasıyla beni etkileyen ekran, onlarca saat pil ömrü, bir çok klasiği ücretsiz okuyabilmek, kitapların ilk 15-20 sayfasını bedelsiz indirebildiğiniz için emin olmadan kitap almama lüksü - şiddetle tavsiye ediyorum.
>>> SPORIUM'da DUVARLA TENİS: Tenis oynayanlar bilir - özellikle yeni başlayanlar için en iyi antrenman duvarla yapılandır. Maç yapmak sizi geliştirmez, önce tekniğinizi düzeltmek için bol tekrara ihtiyacınız vardır. Bostancı'daki Sporium'da antrenman duvarını olduğu yerin üstü kapalı. Hatta servis çalışabileceğiniz bir alan bile mevcut. Rakiplerim benden korksun, sürekli çalışmaktayım.
>>> PEMBE DOMATES: Kışın domatesi en iyi yerden bile alsanız kıpkırmızı görüntüsünün altında turfanda tatsızlığı vardır, sağlık için de kış domatesinin pek faydalı olmadığı söylenir. Oysa manavlara sadece arada bir gelen şekilsiz, kocaman , pahalı ve pembe domateslerde durum öyle değil - üç tanesi sekiz lira ama her kuruşuna değer...