28 Nisan 2010 Çarşamba

BÖYLE ADAMDAN KORKACAKSIN

Bitmemiş bir liste , devamı için katkılarınızı bekliyorum...
  • Kafası karışık olmayan adamdan korkacaksın - düşünen bir insanın kafasının karışık olmaması çok zor. İnsanoğluna ait olup da doğruluğu veya yanlışlığı kesinlikle kanıtlanmış hiç bir olgu yoktur, her kanıdın temelinde bazı varsayımlar bulunur. Düşünen adamın kafası karışır, düşünen adam kesin yargılardan uzaklaşır.
  • Kaybedecek hiç bir şeyi olmayan adamdan korkacaksın - insanoğlu kararlarını alırken kaybedeceklerini hesaplayarak hareket eder. Çileye dönmüş evliliğini devam ettirir çevredekilerin sevgisini kaybetmemek için, kendisine ölüm gibi gelen işinden ayrılmaz güvenliği kaybetmemek adına. Ne zaman ki anlar kaybedeceği hiç bir şey yoktur, her tür adım mümkün olmaya başlar, iyi ya da kötü. Herkesin elinde kaybedecekleri vardır, ama öfkeli, üzgün, sıkıntılı anlarda yokmuş gibi gelebilir - o zamanlarda intihar edilir, o zamanlarda alınır en cesur kararlar, o zamanlarda tanıyamazsınız karşınızdakini.
  • Hiç bir oyunu kazanamayan adamdan korkacaksın - Rekabeti en sevmeyen kişi dahi hayatın önüne koyduğu oyunları oynamak zorundadır (uzun konu, başka bir yazıda irdelemek lazım bunu). İş hayatında oynar, kaybedebilir. Aşk hayatında oynar, kaybedebilir. Ama o adam gider sokaklarda araba yarıştırma oyununda en gözü kara pilot olur. Street Fighter'da kimse eline su dökemez. Onla kavga ederseniz sınır olmadığını bilmelisiniz, kazanacağı bir oyun gerekmektedir, öldürebilir.

23 Nisan 2010 Cuma

Mahsur kaldım a dostlar


Mahsur kaldım a dostlar
12 Nisan 2010 günü Amsterdam’a vardım, 16 nisandaki dönüş uçağıma dek her zamanki gibi toplantı üstüne toplantı yapacak, iş yemeklerine katılacak ama sonuç olarak memleketime dönecektim.
Kim bilirdi Volkan Bey’in (İzlanda’daki Eyjafjallajokull – isminde meymenet yok – volkanından bundan sonra ‘Volkan Bey’ diye bahsedeceğim) patlamaya karar vereceğini?
Her şey şaka gibi başladı. Toplantıda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 15-16 kişi vardı. Perşembe günü toplantı bitimine yakın bir panik havası oluştu. Bir yanardağ patlamıştı, kül bulutu havayı kaplamış hızla ilerliyordu. Ben Türküm ya, bana bir şey olmaz nasıl olsa, Avrupalı dostlarım endişelenmekteydi yok yere – ne yani bütün uçuşlar durdurulacak mıydı?
Öyle oldu netekim!
Gördüm ki İstanbul Amsterdam’a çok uzakmış.
Gördüm ki Hollanda’dan Avrupa’nın her yerine karayoluyla ulaşılırmış ama Türkiye’ye varmak biraz kasarmış!
Herkes atladı trenlere arabalara, biraz acılı da olsa ulaştılar sıcak yuvalarına. Benim burada bir haftam doldu, günlerden Pazartesi ve şu anda Schiphol Havaalanı halen kapalı, Perşembe gününe biletim var. Vokan Bey izin verirse döneceğim memleketime inşallah.
Bari biraz bahsedeyim Amsterdam’dan – hayatımda yurtdışında en uzun süre kesintisiz kaldığım şehir burası ne de olsa.
İlk maceram ‘Dunes’ denilen yerde 7 kilometrelik bir koşu oldu. Hollanda’nın ciddi bir kısmı deniz seviyesinin altında bulunuyor. ‘Netherlands’ ismi ‘low lands’ demekmiş, ‘alçak kara parçaları’ (ne çeviri be, mütercim tercüman olmalıymışım ben). Deniz kenarında ‘dunes’ denilen kum tepecikleri oluşturulmuş – anladığım kadarıyla bazıları doğal, bir kısmı da taşıma kumla desteklenmiş. Hollanda’nın su seviyesinin altında kalan kısımları bu tepeciklerle çevrelenmiş, denizle sınır oluşturuyorlar. Tabii deniz seviyesinin yükseldiği zamanlarda kullanılan pompalama sistemleri de bulunuyor. Küresel ısınma devam ederse ve deniz seviyesi yükselirse ülkeyi başka bir yere taşımaları gerekebilir. Koşu boyunca su, vahşi hayvan (etrafta atlar, değişik koyunlar, inekler dolanmakta – Türkiye’de olsa çoktan rakı mezesi olmuşlardı herhalde), çöl kumu, ağaçlar – benim gibi usta bir maratoncunun arayacağı her şey mevcuttu.
Haarlem şehrinde de biraz vakit geçirme şansım oldu, çok güzel bir yer, su kanallarının yanısıra az katlı sıcak evler ve Hollanda’nın her yerinde göze çarpan doğal bitki örtüsü mevcut. Evler az katlı çünkü zemin hiç tekin değil, fazlaca yumuşak. Kocaman pencereler var, güneş ışığının pek uğramadığı bu ülkede evlerin içi biraz aydınlanabilsin istenmiş. Şehir merkezinde bir çok ev yana doğru yatmış durumda, toprak altlarından kayıyor gibi. Eski evler aynı zamanda öne doğru da yatıklar – yukarı katlara eşya çıkartılması gerektiğinde çatıya kurulan kancalar kullanılıyormuş, eşyalar eve çarpmasın diye yapılar öne doğru hafif eğik tasarlanıyormuş.
Hollandalılar geçmişlerinden kaynaklanan enternasyonal bir karaktere sahipler. Çok iyi Ingilizce konuşuyorlar, sokaktaki sosis satıcısından çöpçüye kadar herkes bu dili biliyor. Erkeklerinde de kadınlarında da hafif bir ayılık durumu var, fazlaca direkt insanlar. Etrafta bol miktarda Japon turiste rastlamak mümkün, Türk sayısı da az değil – ne de olsa sevgili vatandaşlarım benim gibi bu ülkede mahsur kalmış durumdalar, bazıları 10 gündür bazıları 50 senedir.
Cuma günü tam bir ‘deja vu’ yaşadım: 2006 senesi ocak ayında Omron ile iş görüşmesi yapmak için hayatımda ilk defa Hollanda’ya gelmiş ve kanallarda bir tekne gezisi yapmıştım. O gün de bütün gün yaptığım yürüyüşlerden sonra bir bel ağrısı başlamıştı, aynen o zaman olduğu gibi bir kanal turu yapıp biraz oturayım dedim. Amsterdam adının ‘Amstel’ nehrinden geldiğini ilk defa öğrendim (biraseverler Amstel markasını hatırlayacaklardır). ‘Dancing houses’ adı verilen 6 evi gördüm: bunlar iyice birbirlerine doğru yatmışlar, Barcelona’da Gaudi’nin tasarladığı, düz yerine dans eden çizgilerden oluşan binalara benziyorlardı. Amsterdam’da bütün kanalların çevresine 1960lı yıllarda demir bariyerler konmuş, ancak yine de haftada ortalama bir araba suya düşmekteymiş (coffee shop çıkışı araba kullanmak zor oluyor herhalde). Amsterdam’daki en küçük evin genişliği sadece bir metre! Bazı evlerde camlar yukarıya gittikçe küçülüyor – eskiden anne baba aşağı katlarda, çocuklar yukarıda yaşarmış – çocukların tavanının fazla yüksek olması gereksiz bulunurmuş. Vaktiyle yaşanan ev azlığı sebebiyle nehrin üstüne ev-tekneler koyulmuş. Bunlar tamamen kanunlara uygun, suyun bir kısmı arazi olarak bu evlere ait! Merkez tren istasyonunun yakınındaki park yerinde yaklaşık 10000 tane bisiklet bulunuyormuş. Amsterdam’ın merkezinde yaşayan ve yakınlarda çalışan kişiler yeterli paraları olsa da araba almazlarmış – alması kolaymış ama park masrafı ve seyahat zorluğu sebebiyle araba pek tercih edilmiyormuş.
Amsterdam dümdüz bir şehir. Sadece kanalların üstündeki köprülerde hafif yokuşlar mevcut. Kiraladığım bisiklet vitessizdi ama hiçbir zorluk çekmedim – yolların düzlüğü Berlin’i hatırlattı.
Hollanda’nın ticarette neden bu kadar popüler ve başarılı olduğunu anlamak için 17. yüzyıla gitmek gerekiyor: 1602 senesinde ‘Dutch East India Company’ adında bir Hollanda şirketi kurulmuş. Hükümet sömürge aktivitelerini yürütmek ve doğu ülkeleriyle ticaret yapmak üzere bu şirkete 21 senelik tekel olma hakkı tanımış. Bu firma tarihin ilk çok-uluslu şirketi olmuş ve ilk hisse senetleri bu şirkete aitmiş – yani günümüzün borsaları ve globalleşme hikayesi bu şirketle başlamış. Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki ticaretin (özellikle baharat ticaretinin) gelişmesinde bu şirket büyük rol oynamış. Halen Hollanda limanları Avrupa’nın çok önemli giriş noktalarından, Hollanda bir çok Japon şirketinin (bizimki dahil) Avrupa merkezini oluşturuyor, deniz ticaretinde Hollandalilar çok başarılılar. Bugünkü Amsterdam’da kanallar bölgesi denen yer bu şirketin üst düzey yöneticilerinin ve diğer zenginlerin yerleşim yeriymiş. Bu çemberin dışında kalan ve ‘Jordaan’ denilen bölge ise Dutch East India Company’nin çeşitli ülkelerden gelen işcilerinin yaşadığı bölgeymiş. 19. yüzyılda firma kötüye gidince bu kişilerin çoğu işsiz kalmış, bölge 1960lara kadar fakirliğin kol gezdiği bir yer olmuş. Sonraki yıllarda İstanbul’un Cihangir gibi semtlerinde yaşanan değişim buralara da uğramış, evler orijinallere sadık kalınarak yenilenmiş, şimdilerde en ucuz ev 1.5M euro etmekteymiş.
Bu seyahatte plaja gidecek zamanım dahi oldu. Hollandalı 12 derece sıcaklık ve güneşli havayı görünce sokaklara dökülmüştü Pazar günü. Bir Amerikan arabası festivali vardı – hayatımda ilk defa Javelin marka araba gördüm, babamın ilk arabası Javat Javalin’miş (bu annemin telaffuzu, arabanın ismi Jowett Javelin diye yazılıyormuş, Amerikan değil İngiliz arabası aslında, bir resmini ekliyorum). Kumsal İsrail’in geniş Akdeniz sahilini hatırlatıyor – sıcaklık çok daha düşük, ama kumun cinsi (bizim deniz kumundan çok çöl kumunu andırıyor), kıyıdaki cafeler, her tarafta değişik spor yapan insanlar Akdeniz sahilini Kuzey denizi sahiline benzer kılıyor. 12 derece sıcaklıkta etrafta bikinisiyle dolaşan insanlar görmek şaşırtıcı!

Şimdi günlerden 22 nisan Perşembe, 10 gece Amsterdam’da kalmışım. 2 gün öncenin hayalet havaalanı Schiphol insanlarla dolup taşıyor ve elimde İstanbul uçuşumun biniş kartı bulunuyor! Uçak sesini hiç bu kadar sevmemiş, uçacağıma hiç bu kadar sevinmemiştim – gideyim de bir memleketimin toprağını öpeyim.

11 Nisan 2010 Pazar

Mecidiyeköy'de Ürperiyorum

Neva'nın kült eseri 'Atatürk'ün ölüm yılı' veya daha çok bilinen ismiyle 'Mecidiyeköy'de ürperiyorum':

Açmış bahçemde güller
Tanrım yardım et bize
Arılar dolanıyor
Tanrım yardım et bize
Ürperiyorum
Ruj aldım bugün
Kızıyorum bu hayata
Ürperiyorum
Neden acaba
Ölüme sürükleniyorum
Laleler soluyor
Ürperiyorum
Mecidiyeköy'de ürperiyorum
Yalnız ben ürperiyorum
Irmağın kenarında
Laleler söndü
Irmağın kenarında söndü

7 Nisan 2010 Çarşamba

Beslenme İlkeleri

Beslenme konusunda ciddi bir bilgi kirliliği var etrafta. Bir doktorun söylediğini öbürü yalanlıyor, bir gazete bir bilgi veriyor aradan zaman geçiyor yok öyle değil böyleymiş oluyor. Aşağıda detaya girmeden oluşturduğum, uzmanların hemfikir olduğunu düşündüğüm beslenme ilkelerini yayınlıyorum. 10uncu ilke benim buluşum - zorla güzellik olmaz netekim.

ÜZERİNDE BÜTÜN KAYNAKLARIN HEMFİKİR OLDUĞU TEMEL İLKELER
1. Aşırılardan kaçın. Buna hızlı yemek, çok fazla yemek ve çok az yemek de dahildir.
2. Bol su iç, susamayı bekleme.
3. Gece 21:00 sonrası yemek yeme, yatmadan en az 3 saat önce yemeyi kes.
4. Üç tehlikeli beyazdan uzak dur: Un, şeker, tuz.
5. Yağ tüketiminde çok dikkatli ol. Bitkisel ve doymamış yağları tercih et.
6. Kilonu değiştirme, en azından bunu hızlı yapma. Fazla kilo bile sürekli ve hızlı değişen kilodan iyidir.
7. Haftada en az iki kez balık ye.
8. Sebze ve meyveyi bol bol tüket; özellikle koyu renkli ve taze olanlarını çiğ yemeyi tercih et.
9. Kahvaltıyı kesinlikle atlama.
10. Ruhuna iyi davran, cok istedigin seyleri birinci kurala riayet etmek kaydiyla yiyebilirsin, hatta yemelisin
11. Besinleri taze tüket – uzun süre dayanan gıdalar ve beklemiş yemek taze besin kadar faydalı olmayacaktır.
12. Sık sık yemek ye, bir kerede tükettiğin gıda miktarını sınırla, hiçbir zaman acıkma. Tokluk seviyeni 1-10 skalasında (10 – hastanelik olma derecesinde midesi dolu, 1 – o kadar aç ki artık açlık bile hissedemiyor) değerlendirirsek her zaman 4-6 arasında tut.

6 Nisan 2010 Salı

David Helfgott konseri

Dün (6.4.2010) Aya İrini'de uzun süredir beklediğim David Helfgott konserindeydim.
Sanatçı 19 mayıs 1947 Avustralya doğumlu, Polonya asıllı Yahudi bir ailenin çocuğu. 63 yaşında, ancak 80 gibi görünüyor, 40 gibi hareket ediyor. Helfgott'un hayatını konu alan, Geoffrey Rush'a en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazandıran 1996 yapımı 'Shine' adlı filmle ünü bütün dünyaya yayıldı.
Konser Yılmaz Kurt adlı bir şahsın konuşmasının ardından başladı. Elindeki metni okumaktan, Rachmaninov kelimesini doğru telaffuz etmekten aciz bu zat 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti ajansı Genel Sekreteri imiş - çok aramışlar mı, nasıl seçmişler pek anlayamadık.
Şizofreni hastası Helfgott sahneye koşar adımlarla çıktı, yerinde duramıyor zıplıyordu. Seyircilere 'hadi birlikte çalalım' der gibi yaklaştı. Pek de pianist gibi durmuyordu, hatta ne kadar önemli bir virtüöz olduğunu bilmeseniz çalabileceğinden şüphe duyardınız. Konserin ilk kısmında solo piano için bir eser seslendirdi, pianodan çıkan güzel notaların arasına Helfgott'un kendinden geçmiş sesi karışıyordu - ancak ben dahil bütün seyirciler Rachmaninov'un 3. Piano Konçertosu'nu nasıl çalacağını merak ediyordu. Ne de olsa filme de konu olan, dünyada ancak bir kaç pianistin eksiksiz yorumlayabildiği, icra edilmesi en zor eserlerden biri olarak geçen bu konçerto Helfgott'un hastalığının da sorumlularından biri olarak görülmekteydi. Ayrıca sanatçı sağlık şartlarından dolayı artık yurtdışı konserleri veremeyecekti, muhtemelen onun Rach3 çalışını son kez canlı dinliyor olacaktık.
Beklediğimize değdi - kemanların derinden gelen huzur verici girişinin ardından Helfgott'un parmakları melodiyi net bir şekilde mırıldandılar. İlk dakikayı dinleyen kişi klasik bir romantik eser bekleyebilirdi, ancak sonrasında piano çıldıracak, sesler beyinleri ve ruhları zorlayacak, kalabalık akorların ard arda gelişi bir insan evladının böyle bir besteyi nasıl yapabileceği ve bir pianistin bunu nasıl icra edebileceği konusunda soru işaretleri uyandıracaktı. Orkestra ve şef de çok başarılılardı.
Sandalyeler rahatsız, pianonun sesini duymak zor, bilet fiyatları yüksek, David Helfgott'un elleri artık her notayı net çalamayacak kadar yorgun olabilirdi - ama bu deneyim hepsine değerdi.
Performans sona erdiğinde seyirciyi oturtmak veya alkışı kesmek mümkün olmadı. Bir bis yetmedi, ikinci bis 'flight of the bumblebee' ile geldi. Helfgott'un sevgi dolu ruhu hareketlerine yansıyordu, aynen beklendiği gibi orkestra şefine, baş kemancıya ve diğer sanatçılara defalarca sarıldı, seyirciyle tokalaştı. Dakikalar süren alkışın ardından evlerimize yollanırken kararımı vermiştim: 'Shine'ı bir kez daha seyretmek farz oldu.